Öyküde Küçük Prens bir gezegende sarhoş bir adamla karşılaşır ve çaresizlik içerisinde gördüğü bu adama ‘-Neden içiyorsun?’ sorusu ile başlayan bir dizi soru sorar. Üzerinde şişelerin durduğu masanın önünde oturan sarhoş adam, iç karartan bir halde ‘-Unutabilmek için’ diye cevap verir. Adamın hali Küçük Prens'i hüzünlendirmiştir. Yeniden sorar: ‘-Neyi unutmak için?' . ‘-Utancımı’ der sarhoş adam başını eğerek. Küçük Prens adama yardım etmek ister: ‘-Neden utanıyorsunuz ki?’ . Sarhoş adam ‘-İçtiğim için’ diye yanıtlar ve yeniden derin bir sessizliğe gömülür. Küçük Prens şaşkın bir halde gezegenden ayrılırken ‘-Büyükler çok tuhaf ' diye söylenir.
İlk planda bağımlılık batağına düşmüş insanların ikilemini yansıtıyor gibi gözükse de, aslında bu hikâyede zihinsel süreçlerde neden-sonuç ilişkilerine ilişkin belirlenemezliğin doğası yazar tarafından bilgece kurgulanmıştır. İnsan zihninin işleyişiyle ilgili neden-sonuç ilişkisine vurgu yapan kuramlara genel olarak bakıldığında, eğilimin anlam veya inanışı öncülleyen kuramlar ile deneyim veya algıyı öncül kılan yaklaşımlar arasında gidip geldiği görülmektedir. Bu karşıtlığın kökeni Platon ve Aristoteles arasındaki karşıtlığa kadar dayanmaktadır. Rafaello tarafından yapılan Atina Okulu freskinde Platon eliyle yukarıyı yani “idea”yı işaret ederken, Aristoteles burayı, yeri yani deneyimi işaret eder.
İlk kez 1960’larda Amerikalı psikolog James Gibson tarafından tanımlanan aşağıdan yukarı (bottom-up) işlemlemede, süreç gerçek zamanlı bir dış uyaranla başlar. Bu durumda beyin aynı nesneden gelen çoklu duyusal girdileri farklı yatay düzlemlerde birleştirerek üst merkezlere iletir. Eğer bu duyuları birleştiremeseydik, nesnelerin her bir özelliğinden doğan uyarıların bombardımanı altında kalırdık. Bu modelde algı ve deneyim önce gelirken anlam ve yorum bu kalıba sonradan giydilmektedir.
Gibson’dan birkaç yıl sonra Richard Gregory’nin tanımladığı yukarıdan aşağıya (top-down) işlemleme, beynin önceden oluşmuş anlam ve sembollerden yararlanarak meydana getirdiği yaşantıların gelişim dizgesini açıklar. Çevremizden ve bedenimizden gelen uyarılar doğal olarak sürekli bir değişim içindedir. Bir nesneden gelen uyaranlar değişse bile, yukarıdan aşağıya işlemleme yoluyla boşlukları doldurmak ve tutarsızlıkları çözmek için önceki deneyim ve anlamlardan yararlanırız. Eğer bu anlamı önceden oluşturmamış olsaydık dış dünyanın değişen koşulları karşısında yeni bir anlam oluşturmak için tüm verileri her seferinde yeniden toplamak zorunda kalırdık.
Bilişsel model anlam ve yorumdan davranışa doğru ilerleyen bir modeli kurgularken sorunu yukarıdan-aşağı (top-down) ilerleyen bir zihinsel düzeneğe dayandırır. Diğer taraftan davranış temelli kuramlar deneyimin önce geldiğini, anlam veya yorumun bu kalıba sonradan giydirildiği (aşağıdan-yukarı, bottom-up) öne sürer. Nitekim son yıllarda ortaya atılan beden odaklı yaklaşımlar (polivagal teori, sensorimotor terapi) önce beden deneyimleri üzerinde değişim yaratarak düşünce ve duyguların değişimini hedeflemektedir. Bu iki yaklaşımdan birine savrulmak bir hastalığının adını bile farklı düşünmemize neden olabilir. Örneğin aşağıdan yukarı süreçlere vurgu yapan bazı araştırmacılar bugün Obsesif-Kompulsif Bozukluk olarak bildiğimiz hastalığın adının aslında Kompulsif-Obsesif Bozukluk olması gerektiğini öne sürerler. Bu yaklaşıma göre çevresel ipuçları tarafından uyarılan kompulsif davranışlar, kişinin kendini ister istemez içinde bulduğu davranış kalıpları olup, obsesyonlar bu davranışa daha sonra eklenen bilişsel ögelerdir. Benzer şekilde her iki yaklaşım emosyon teorilerini de farklı kavramsallaştırır. Yukaridan aşağı teoriler emosyonu düşünsel bir temele oturturken (Gözyaşı Entellektüel Bir şeydir, Yazar: Jerome Neu), aşağıdan yukarı yaklaşımlar emosyonu önce bedenle yaşanan deneyimler olarak kavramsallaştırır (embodiment, tecessüm), (James-Lange teorisi), (Travma ve Beden Yazar: Pat Ogden).
Zihinsel süreçlerdeki neden-sonuç ilişkilerini tek yönlü kurgulayan her model sarhoş adamın ikileminden kendi kanıtlarını çıkarabilir. Oysa sarhoş adam daha fazla vicdan azabı çekmesini mümkün kılan bilişsel şemalara (yukarıdan-aşağı) sahip olabileceği gibi (yaşamış olduğu zorluklar, çevresel etkiler), pekâlâ nörobiyolojik yatkınlıktan doğan ve kendisini kısa süreli ödül arama davranışına yönelten öncül güdülere de (aşağıdan-yukarı, monoamin düzensizliği) sahip olabilir. Bu açıdan düşünsel, duygusal ve davranışsal yaşantılarımız arasındaki etkileşim göründüğünden çok daha karmaşık olup, farklı modelleri destekleyen ilişkisel kanıtların aynı anda var olması da olasıdır. O halde iki yönlü etkileşimi olası kılan bir tasarımda, biliş ve davranış arasındaki ilişkilerde hangisinin öncül olduğuna takılıp kalmadan duygusal sistemlerin aracı rolünü düşünmek daha yararlı olabilir. Beyin her bir girdiyi gizli ya da açık bir duygusal işlemlemeye tabi tutmadan yalın bir şekilde bırakmamakta, bir bilgiyi diğer bir sisteme duygusal bir yük ile eşleştirerek aktarmaktadır. Bir duygu varsa nasıl ve neden var olmuştur?. Ya da bağlamda olması gereken bir duygu neden var değildir (dissosiyasyon)? Yıllardır hangisi doğru söylüyor acaba diye düşünürken, artık bir modele takılıp kalmaksızın kişinin zihin dinamiğindeki etkileşimlerde tüm olasılıklara kapı aralayan bir zihin açıklığı içinde kalmak gerektiği fikrini benimsiyorum. Aynı olayda, aynı durumda, aynı sorunu deneyimleyen insanların sorunları nasıl da bu kadar çeşitlenebiliyor ve farklı yerlerde, farklı durumlarda, farklı insanların deneyimleri nasıl da bu kadar benzeşebiliyor?
Hayret.
Bornova, İzmir
Kasım 2024